UZAK-
lıklar
-Çünkü vicdan diye bir “şey”-
Bir
kedi kadar sessiz yürüyordu. İhanet
sonrası şeylerde görmeye alışık olduğumuz türden davranışları göstermiyor.
Bu kadın hepimizi deli edecek..
Biz istiyorduk ki, dağılan saçlarını düzeltsin biraz. Kapıdan çıkmadan
önce, yüzündeki boynundaki kırmızı mor kahverengi izlere hiç
olmazsa göz atacak diye bekliyorduk. Olmadı. Aynanın önünden geçerken
bir an bile duraksayıp kendine bakmadı. Mantosunun düğmelerini bile
kapatmadı. Biz istiyorduk ki
korksun... Hiç olmazsa tedirginlik duysun biraz. Kendini evli bir
adamın kollarına attığı için utansın, rahatsız olsun, telaşlı hızlı
adımlarla evden uzaklaşsın. Gördüğü ilk taksiyi durdurup, bütün
gece sevişmekten yorgun düşen gövdesini yabancı bir adamın kontrolündeki
arabaya bıraksın. Dönen tekerlekler üzerinde kaçsın, kaçsın, kaçsın
biraz..
Olmadı. Bir kedi kadar sessiz yürüyordu. Adam, kendisi için çok önceden
tasarladığımız kurguya uygun olarak,
komşuların acaba görüp görmediklerini merak ediyor. Tedbirli davrandı
adam. Dışarıya kadınla birlikte çıkmadı. Önce kadın çıktı kapıdan,
sonra kendisi. İki ayrı yerden çıkan birbirlerini tanımayan iki insan
oldular.
Kadın bir kedi kadar yumuşak ve hafif basıyordu. Her adımında
bizim yazmak istediğimiz “ihanet öyküsü”ne mızıka sesleri çıkarıyor,
daha başından itibaren öykünün devamının gelmesini engelleyecek
tersine bir dünya yaratıyor, en kötüsü beni de bu”tersine” dünyasının
içine çekiyor.Beni ikna ediyordu. Yazacağım
kelimeleri değiştiriyor, atıyor, cümlelerimi planladığım yapılarından
çıkarıyor, kendi anlamlarıyla kurduğu ülkesine beni de arka çıkarıyordu.
Artık komşularımla geçinemez, mahalle sakinlerimi sevemez olmaya başlamıştım.
İşin içinden sıyrılmaya çalışmadığım gibi, bu tuhaf kadının
peşinden sürüklendiğimin farkına varmak ta istemiyordum. Her gün
ortalık ağarmaya başladığında beni sokaklara caddelere çağıran o
şey’ in bu kanıtlar dünyasında sahici
olma şansı var mi? Geceleri
yolunu gözleyip, belki geçer diye başımı camlara yaslayıp ona
inanarak bekliyordum. Uzaktı. Bir kedi kadar sessiz yürüyordu. Neler
yapmadım! Otellerin kapı önlerinde durup, onun çıkmasını bekledim.
Tren garlarında, hava limanlarında, inip binen yolcular arasında, onun
yüzünü aradım. Evlere işyerlerine telefon edip sesini aradım.
Gümüş takılarla bezenmiş vitrin önlerinde oyalanıp, saatlerce
dolandım. Yok. Uzaktı Her
adım atışında trafik sıkışıyor, klaksonlar hep beraber bağırmaya
başlıyor, daktilolar hiç sebep yokken yazmıyor, çocuklar hiç sebep
yokken huysuzlaşıyor, rüzgar raflarda duran kitapları klozetlerin içine
savuruyor, ben semtimden çıkabilmek arzusu içinde
yanıp tutuşmaya başlıyordum. Akrebin
gözleri her an üstümde sanki Neler
yapmadım! Restoranlarda yemek yerken onu beklediğimi hissettim. Muhakkak
gelecektir diye resim heykel sergilerine girdim, eski eserler müzayede
salonlarına gittim. Hiçbir zaman gitmez diye partilerin kadın kolları
kermeslerine gitmedim. Arkadaşlarım komşularım, “bitmedi mi, bitmedi
mi?” diye meraklı sabırsız bakışlarla öyküyü sormaya başladılar.
henüz istediğim manzarayı kuramadığımı, garip bir sarhoşluk içerisinde
dolaşıyor olduğumu, tuhaf bir kadının peşinden sürüklendiğimi söyle(ye)
miyorum. “sürtüğün tekini anlatmak için pek deneyimsiz sayılmazmıyım? Biraz daha zaman istesem canınız sıkılır mı?” Ona sürtük demiştim. Kendime
gelebilmek için yapmak zorundaydım. Dilimi bu kelimeye alıştırmak,
benzer kelimeleri rahatlıkla kullanabilmeyi öğrenmek zorundaydım.
Boğazımda yumrulaşan utanmanın, davranışlarıma ilgisini kurmak
neyi değiştirir? Yazacağım yazıyla sanki alay eden, gelecekmiş görünecekmiş
gibi yapıp bir türlü ortaya çıkmayan, varlığı yokluğu belirsiz
bir kadına boyun eğebiliriyim? Her ne kadar değişik oyunlara
girip,zaman zaman aklımı çelmeyi başarabiliyorsa da, nihayetinde o bir
sürtüktür. İste(me)semde, istemesem de.. Sen uzaklarda değil Gülümseyerek
karşıladılar. Bu tanımlamamdan hoşlandılar. İçlerinden birisi olduğumu
hissettiler. Beni eskisinden daha fazla sevmeye hazırdılar artık. Ona sürtük
demiştim. Çocuklar kapımı çalıp “abla, annem yolladı” diyorlardı.
Börekler, kekler, değişik tatlılar almaya başlamıştım. Artık yalnız
değilim. Eve geç geldiğim geceler eskisi kadar göze batmıyor.
Apartman önünde, merdiven iniş çıkışlarında bana gülümseyip
selam veriyorlar. Zamanla kapımı daha sik vurmaya başladılar. Hanımlar
kocalarının yakasına yapışan kadınlarla nasıl savaştıklarını
anlatıp sonra da “ar namus kalmadı artık. Hadi ben gideyim, daha
yemek yapacam, bana da gel, bekliyorum bak!” diyorlardı. Onlardan
hoşlanmamak için aklıma getirdiğim gerekçeleri ben bile yeterince
makul karşılamıyorum. Hepsi de yuvasının yıkılma tehlikesiyle çılgına
dönecek anne-eş görüntülerinden sahici
olanını veriyor. Böyle zamanlarda her şeyi yapabilirler. Böyle
zamanlarda her şeyi yapabilecekleri için, üstelikte sahici
oldukları için.. Onlarla birlikteyken kendimi güvende hissediyorum. Onlarla birlikte öykümün de sahiciliği artacak. Beni elinle ellere gönderme Beni
bir dost, bir kardeş, hatta bir kardeşten de yakın gördüklerini...
Bir sıkıntım olursa hiç çekinmeyeyim, haberleri olsun muhakkak...
Beylerden bazıları, bir sokak kadını yüzünden az kalsın evlerini
barklarını nasıl yıkacaklarını, neyse ki son anda aile dostları ve
yakın akrabaları sayesinde akıllarını baslarına nasıl topladıklarını
anlatıyorlar. (mavi gömleklisi hiçbir
şey anlatmıyor.) “Olur
tabii, bu hayatta her şey oluyor, ama çoluk çocuk rızkı
yedirilmeyecek” dedi birisi. Başka birisi de buna benzer sözler söylemişti.(
mavi gömlekli adam buna benzer hiçbir şey söylememişti) Deneyimlerinden
yola çıkarak edindikleri fikirleri
anlatabilmek için iştahla oynayıp duran dudakları, gerçekten de işimi
kolaylaştıracak sesler sözler çıkarıyordu. “Eh, biz de uslu bir çocuk
sayılmayız kuşkusuz” diye bir cümle kurdu biri. “Ama eşinin de gönlünü
daraltmayacaksın” dedi bir diğeri. (mavi
gömlekli demedi) Bacak-bacak üstüne atıyor, önemli bir konuşma
yapmadan önce oturdukları yerde sağa sola doğru kaykılıyor, bilgece
bir edayla dudak kenarlarını oraya buraya doğru çekiştirerek bıyık
altından gülümsüyorlardı. Beylerden biri, ille de bir adlandırma
yapmak istemiyor, çünkü hepsine de saygısı var, ama o türden kadınlarla
daha en başından açıkça konuştuğunu, böylece işin sonundaki ayrılık
filan gibi tatsız durumlarda, çok şükür vicdanının
rahat ettiğini söyledi. İşte güzel
bir kelime daha! Yazacağım şu öyküde “vicdan” denilen şu
kelimenin önemli bir yer tutacağını düşündüm. Bu kelimenin sahici
anlamını aramalıyım.Sözlüklere bakmalı, ağıtlar dinlemeli, mavi
gömlekli adama sormalıyım.
İzmir’ deki kadının, kolunu sevgilisinin belinden çekerek”vicdan
diye bir şey yoktur! Yoktur öyle bir şey!” diye birden bire bağırmaya
başladığını hatırlıyorum. Kordon boyunca yürüyen diğer herkesi
susturup karartıp, yalnız o kadını gördüm, o kadını duydum. Arkasına
bakmadan hızlı-hızlı uzaklaştı. Beklenmedik bir zamanda onu ziyaret
etmiş bir düşüncenin oynadığı küçük bir oyun mu? Nihayet bir
aralık bulup bilincinden içeri süzülen bir delilik nöbeti mi? Geçici
bir süre için ihtiyaç duyduğu “karşı durmak” arzusu mu? Nereye
uzaklaşıyorsunuz? Ben ise, geçmiş zamana aitmiş gibi görünen bu yüzünüzü
yine de yanımda taşıyorum. Aklımda kalıvermiş gibi hatlarıyla
oynuyor, bazen iyice değiştirip başka bir yüz kurguluyor, bu yeni yüz
için yakıştırdığım ses tonunu da dudaklarının arasına üflüyor,
sonunda görüntüyü harekete geçirip “vicdan diye bir şey yoktur!” cümlesini defalarca ve değişik
şekillerde söyletip duruyordum. Ağlayarak, “vicdan
diye bir şey yoktur!..” diye fısıldadı. Bir yerlerdeki bir otel odasında
bir başka kadın..Üstünde ince siyah
bir bluzla bir külottan başka hiçbir şey olmadığı halde, küçük
soğuk odada böyle yatağın üzerine uzanmış, gözyaşlarını
gizlemeyi beceremezken, söylediği her söz öylesine aklimi başımdan
alıyor, öylesine beni ona
yakınlaştırıyor ki, bir saniye daha orada duracak olsam, vicdan
diye bir şeyin olmadığını ben de hissedebilirim. Eğer bir saniye
daha duracak olursam... Duramam.. Duramam.. Kahkahayla,
“vicdan diye bir şey yoktur!” diye bağırdı. Bütün masaların gözleri
bir anda üzerimize çevrildi. Oturduğum yerde donup kalakaldım.
”vicdan diye bir şey yoktur>” diye yeniden bağırdığında,
kahkahası öksürük seslerine karıştı. Biraz sonra oracıkta boğulup
ölüverecekmiş gibi aralıksız öksürüyordu. Sımsıkı kavradığı
rakı bardağı da sarsılan omuzlarıyla birlikte sallanıyor, beyaz sıvı
masa örtüsüne, peynire, patatese,dökülüyor, yayılıyor saçılıyordu.
Kızıl ordu yükseldikçe yükseliyor; Kalinka, biraz sonra yakılacak
bir ağıt denemesiymiş gibi gözlerimi sızlatıyordu. Kıpkırmızı
kesilmiş yüzüne baktığımda, vicdan diye bir şeyin olmadığına
inanasım geldi. Korktum. Hangi itkiyle ayağa kalkabildim? Hangi itkiyle
hiç durmadan koşa-koşa uzaklaştım? Nerelerden geçtiğimi, ne halde göründüğümü
bilmiyorum. Bir arabanın ön cam aynasına kolumu vurdum. Ağlayıp
annesine beni gösteren o küçük çocuğa çaptım. Dar sokakların iki
yanına dizili eski apartmanlar hatırlıyorum. Pencerelerden uzanan küçük-küçük
binlerce kadın erkek kafasının ifadesiz gözlerle bana baktıklarını
hatırlıyorum. Eve vardığımda hava iyice kararmıştı.,,,,,( neden bu
kadar telaş duyduğunu anlamıyorum. Gördün mü bak! Her şey yerli
yerinde ve tıpkı eskisi gibi duruyor. Ah , işittiğin bir lakırdı yüzünden
böyle delice tuhaf hislere kapılman hiç doğru değil!) Sari ışık
altındaki kitapların gölgeleri açık koyu garip şekillerle duvara düşüyor.
Daha önce de düşüyordu, ama ben hiç fark etmemiştim. Bazıları
duvarda birleşip... benim de gölgem var mi? Nereye düşüyor? Kimin
duvarlarına? (bak işte yine başladın! Bu sayıklamalara ne gerek var tatlım?
Uyuyup dinlenmelisin biraz. Sabahlara kadar yatmıyorsun.yorgunluk yapıyor
seni böyle!) yattım. Nehirden sis yükselir kendiliğinden
o şarkıyla, katyuşa kıyıya indi. Ardımda bıraktığımı
sandığım öksürük sesleri sabaha kadar kulaklarımdan gitmedi. Öfkeyle, “vicdan
diye bir şey yoktur!” diye arkamdan seslenirken, ona bakmasam da yumruk
yapıp sıktığı kemikli ellerini, kaskatı kesilmiş tir-tir titreyen
narin küçük gövdesini görebiliyorum. Bir gövdeyi yayından çıkarıp
başka, bambaşka bir dünyaya savurabilen bu düşünce, sahiden doğru
olabilir mi? Dönüp, bulunduğum yerden ona bakıp “evet, evet,
evet!” demek geliyor içimden..”Evet , vicdan diye bir şey yoktur! Törel bilincimizin uydurduğu
palavradan başka bir şey değildir. bizi kocamış birer ahmak yapar!
Ama bu palavraya inanmayacak olursam eğer, bu güne kadar verdiğim hemen
bütün kararlarımın pişmanlığı içinde ölmem
gerekir.!” Demek geliyor içimden. Fakat söyle bana? Ben pişmanlık
içinde ölebilmeye hazır olacak kadar kuvvetli miyim? Söyle! Ayakuçlarında
yükselerek kütüphane masasının üzerine oturdu. Mırıltıyla
“vicdan diye bir şey yoktur!” diye sayıkladığında kendi dudaklarımın
da oynadığını fark ettim (sana
neler oluyor? Kütüphane masasının üzerine oturup uzun kirli saçlarıyla
bembeyaz kesilmiş yüzünü iyice saklayıp mırıldanan o kadın zaten
kendin değilmisin? Hepsi de sen değilmiydin? Ohh, imkan yok, imkan
yok!..) Paustovski kayalıklar arasında çömelmiş Katyuşa’ yı gözlüyordu.
Katyuşa onun orada olduğunu biliyordu. Kalbi aşktan pır-pır ediyor, gövdesi
Paustovski’ nin gövdesiyle bütünleşebilmek için bölünemez en küçük
parçasına kadar yanıyordu. Paustovski UZAKTA olduğu için Katyuşa’
nın her tarafını ıslatan sıcak ter damlalarını görmedi. Katyuşa ,
göz ucuyla bile Paustovski’ ye bakmadı. Baksaydı, Paustovski onun
olacaktı. O’ nun, yalnız Katyuşa ’nın Paustovski! Ama olmadı.
Katyuşa göz ucuyla kayalıklara dönüp bakmadı. Paustovski aşağıya
inip Katyuşa ’yı öpmeyecek. Öpecek olsaydı şiir yazılmazdı. İşte bu yaşamaktır. Aşkın ve şiirin talihidir. Yazacağım ihanet öyküsünün
de bir talihi olmalı! Nedir? Nedir? Oturma
odası olsun diye ayrılan bölmenin kapısını açtığımda konuklarımın
çaylarını içmeye devam ettiklerini göreceğim. “kusura bakmayın,
yarın için yetiştirmem gereken kısa bir yazı vardı, unutmuşum...”
gibisinden savurduğum sözler, “Aaa, kusur olur mu hiç, sen bizim
kusurumuza bakma. Şurada biz bizeyiz
n ’olacak sanki! İstediğini yapabilirsin canım, yabancı değiliz
ya!” gibisinden karşılık bulacak. Konuşmaya ara verdikleri yerden
devam edecekler: “ne anlatıyordum? Hah! Tamam tamam,hatırladım. Yani
diyeceğim o ki...” Beylerden
birisi, ne olursa olsun karısından başka hiç kimseye “seni
seviyorum” dememeği ilke edindiğini söyleyecek. Karısı, bu sözlerle
kendisine bir armağan verildiğini sanmak istiyor.Bu -SANMA-lara ihtiyacı
var. Kazanılmış bir savaştan henüz çıkmış gibi bakıyor. Elindeki
çay bardağını, içi en nadide şarapla dolu kristal bir kadeh tutarmış
gibi zaferle tutarak hafif pembe boyalı dudaklarına götürecek. Onları
kendi başlarına bıraktığım on beş dakika içinde neler- neler yaşadığımı
kimse tahayyül edemez. Odaya artık
başka birisi olarak girmiş olabileceğimi hiç birisi düşünmüyor.
Oysa on beş dakikaya neler sığmaz? Ağır-ağır geldiği hissedilen
hararetli bir sevişme? Tüm bir hayat? Bir ölüm? Timur Selçuk
kasetinin bir yüzü? On beş dakikaya neler sığmaz? Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın Sohbetler
her defasında daha uzun zaman dilimlerine yayılıyor, laf lafı açıyor,
giderek daha pervasız konuşmalar yapılıyor, iç-ler bütün sızıları,
delilikleri, boşluklarıyla
ortaya dökülüyor, sonra da uygun şekillerde toplanması için pişmanlıkla
karışık, atlam- zıplama, dalma çıkma, sıçrama seansları başlıyordu.
Oradan onu atıp, şurdan şunu katıp, söylediklerini unutmam için bin
bir çeşit oyuna giriyor, başkasına anlatmamam için ricalarda
bulunuyorlar. Yetmiyor, yeminler etmemi istiyor, sonunda galiba biraz
rahatlayarak evlerine dönüyorlar. Ben muhitimden dışarı çıkmak için yanıp tutuşuyorum. Yaşamın
katlanılacak başka bir düzeyinin daha olduğuna inanmayı çok
istiyorum. Katlanılacak başka öykülerin, başka şiirlerin romanların
olduğuna inanmak çok istiyorum. Bir kedi kadar sessiz yürüyordu. Uzak sayılmaz. Sakarya
caddesi’ inde barların önünden geçerken, erkek kümeleri ıslıkladılar
kadını. Dar pantolonlu kısa montlu kızlar hoşnutsuz ama dikkatle süzüyorlar.
Esat’ ta, Cinnah’ ta, Tunalı Hilmi’ de arabalar durdu yanında. Kapıları
açıp buyur edenler oldu.. kimseye dönüp bakmıyor, kimseye gülümsemiyor.
O böyle yaptıkça kendimi yapayalnız hissediyorum. Omzundan
dokunuversem durup döner mi?
Adı ne olabilir? Feride? Asuman? Mintaha? Tam bir sis perdesi... Öyle deli gibi esme başım dönüyor. Komşularıma söz vermiştim. Kendini evli bir adamın kollarına atan kadının yoldan çıkmış öyküsünü
yazacaktım. Sürekli olarak titrek sesle konuşmalar yapacaktı, yaptı mı?
Ağlamamak için kendini zor tutuyormuş gibi görünecekti. Mutlu bir
yuvanın üstünde tekinsiz koyu bulutlar gezindirecekti. Hiç günahı
olmayan küçük bir çocuğu babasından ayırmak için elinden geleni
ardına koymayacak, karısına acımıyorsa, çocuğuna bile acımayacaktı.
İkide bir takındığı yasak aşkın masum külkedisi rolüyle adamı
kandıracak, ama beni kandıramayacaktı. Adama kendisini sevdirecek, ama
bana sevdiremeyecekti.-ecekti, -acaktı. Evli bir adamı yoldan çıkaran
hilekar dişi şeytanı yazacaktım. Yazacaktım, yazacaktım.. Hangi
kapıdan çıkıyor böyle, kimin yanından? Dudağının
altında öpüldüğünün izleri. Aşkın
izleri demek istemiyorum. Sürtüğe
aşk verilmez.. Sürtüğe iz verilir. Geleceksen çareyle gel. Sevda
Ferdağ, ağacın yanına çöker. Kamera gözü de onunla birlikte aşağıya
iniyor. Filmde Nesrin adıyla izlediğimiz Sevda Ferdağ, yalnız başına
kalabildiği için, oracıkta ağlayabilir artık, şimdi, nihayet... Kırk
yaşına merdiven dayamış bir kadın, gecenin bir yarısında, üstelik
protokol yemeğinin ortasındayken, villanın bahçeye açılan kapısından
süzülüverirse, üstelik ağır-ağır yürüyorsa, üstelik evliyse, üstelik
18 yıllık evliliği boyunca kocasından başka hiçbir erkekle yatmadıysa,
üstelik biraz öncesine kadar içeride ona büyülenmiş gibi bakan
birisi varsa!.. Bir
ağacın kenarına çöküyorsa, üstelik yüzünü elleriyle değil, bir
ağaç gövdesine saklıyorsa!.. Onca yalnızlıktan sonra bir defacık bile yalnız kalamayacakmış
gibi.... Her
an birisi bir anahtar deliğinden, ağacın tepesinden ya da başka bir ağacın
arkasından bakabilirmiş, gözetleyebilirmiş gibi kameraya sırtını dönüyorsa!.. Üstelikte
ağlıyorsa... Ve fotoğraf karesi asla değişmeyecekmiş gibi öylece
duruyorsa.!.. biraz sonra çok önemli bir “şey” olacak diye izleyici
beklemeye başlar. Şşşşşt!.. sessiz olun! Biraz sonra çok önemli
bir “şey” olacak!:. “ihanet, ihanet!..” Kimse şu “an”dakini düşünecek durumda değildi. Ama işte, aslında ihanet “şu an’ da-ki-dir!..” Her
an birisi bir anahtar deliğinden görebilirmiş, gözetleyebilirmiş
gibi... Onca
yalnızlıktan sonra, bir kerecik olsun yalnız kalamazmış gibi... Aylar geçti, ayrılık sen
delisin! Adam
kimseciklere görünmeden, koşar adımlarla yazının içinden çıkmaya
çalışıyor. Kimseciklere yakalanmadan.. söz
verdiğim öykü projesine uygun olarak.. Bu bölüm için neler
yazmalıyım? Adamın içine düştüğü
zor durumu anlamalı, onu üç beş gece için değişikliğe götüren
psikolojik, sosyolojik,kültürel-sanatsal iticilerin gücünü yeniden düşün(dür)
meliyim.Daha fazla eziyet çektirmeden,
yormadan, yıprandırmadan, korkutmadan,sürtükte iz bırakanın
“o” olduğunu açığa çıkarmadan, bu
kabustan sıyrılmasına izin vermeliğim. Kendini alamadığı bir
serüven yüzünden onu mahkum etmemeli, kadının üzerinde taşıdığı
herhangi bir eşyayı evin herhangi bir köşesinde unutmamasını sağlayarak,
aile içinde gereksiz bir tatsızlık çıkmasını engellemeliğim. Adama
yapabileceğim biricik yardımdır. Ve,
o kişiden “adam” diye söz etmek hiç hoşuma gitmiyor. Bir adi vardı,
hiç söylemediysem de, hatırlıyorum. Öpüşüyorduk... Gizlesem hiç fayda vermez...söylesem de daha beter... Bu
ne demektir? Bu ne demektir? Bazı
şeyler var ki, süzülüp gelemiyor. Çünkü onlar birer yığındır...
konuşmuyor, yeltenmiyor, istemiyor, ağlamıyordum. Ayaklarımın eşiğinde
beni bekleyen bir derinlik vardı. Ben ise çömelip dibini görmeye çalışıyor,
sessizleşiyor, küçük hayalperest çocuklar gibi; cadıların,
prenslerin, kurtların, kuzuların, korkunç beyaz şatoların, dumanlarla
gelip sonra da kaybolan büyücülerin ve sevgilim
Pinokyo’ nun da orada bulunduğunu düşlüyordum. Bazen ayağımı
derinliğe sarkıtıp, sonra da korkup geri çektim. Bazen başımı
derinliğe gömüp bağırmak istedim: Pinokyooo!.. Pinokyooooooooo!.....
Uyandığımda yanımda kimse olmuyordu. İyice yorganın altına girip,
yeniden gözlerimi kapatıyordum. Uyurken de yanımda kimse olmuyordu. I’m beside my self Taşıdığı
ruh kısa sürede beni de etkisi altına aldı. Nasıl olabildi
bilmiyorum, duyduğu tedirginliğin çok daha fazlasını kendi içime çektim.Ondan
daha dikkatli, daha temkinli, daha gizli olduğumun farkına vardığım
zaman.... Benim yüzümden incinmemesi gereken bir karisi, benimle bölüşülmemesi
gereken bir çoluk çocuk rızkı, bozulmaması gereken bir düzeni vardı.
İncinmemesi, bölüşülmemesi, bozulmaması... “Evimde camdan yapılmış
ne varsa teker-teker yere düşüyor, gözle görülmeyen küçük cam
kristalleri gövdemi kesiyor, çiziyor, kanatıyor, sonra da eriyip
kocaman bir sessizlikle patlıyor, yıkılan duvarlarımın altında
ezilip artık kimseciklerin tanıyamadığı gövdemi yeniden onun kucağına
savuruyordu.” Desem bana güler misin Vladimir?
Yürürken, konuşurken, sevişirken,
başkası için söz verilmiş zamanlardan çaldığıma iyice inanmamı
istiyor gibiydi. Belki de bana öyle geliyor. Belki...belki! Belki de değildi!.. Ama sen, saatlerden beridir
dilimin ucunda kekeletip durduğum sesleri,
heceleri iyice ayırt edebiliyor musun?
Benim için bozulacak bir düzen yok.. Benim için bozulmayacak başka bir
düzen de yok... Düzenlerle girmiş olduğum bu tuhaf ilişkisizliğin
farkına vardığım zaman... Vladimir! Şimdi gözlerim böyle dolu-dolu,
böyle yutkuna-yutkuna konuşuyorum diye, senin omzuna başımı yaslayıp,
sabaha kadar doya-doya ağlamamın, beni kurtaracağını sakin söyleme.!
.Ah Vladimir! Sen benim en yakın dostumsun. Sen olmazsan... Beyaz atlı şimdi geçti
buradan.. İşi olunca, dünyayı unuttuğunu söyledi. İşi olunca unuttuğu ve işi
olmayınca unutmadığı dünyasından çekildim.
Her hangi bir zorluk çektiğini zannetmek istemiyorum ve bu düşünce
beni ona götürmeyecek. Çok önemli bir sebep olarak gövdemde titreşimlerle
yaşasın, hiç bitmesin. Benim
de onu seçtiğimi söylediğinde galiba yutkunmuştum. Ona söylemediğim
ve komşulara da söylemediğim çok önemli şeyler var.Yüzümün
yerini başka bir kadın yüzüyle doldurmadığına inanmak istemiyorum ve
bu düşünce beni ona götürmeyecek çok önemli bir sebep olarak gövdemde
titreşimlerle yaşasın, hiç bitmesin. Vladimir
dedi ki; üzülmeyeyim, geçecek hepsi geçecek... Sevişmek bir dakika Utanmayı,
telaş duymayı, rahatsız olmayı nasıl da çabuk unuttum. Bazen
kendimize verdiğimiz sözlerden geri dönmeliyiz. Bazen başkalarına
verdiğimiz sözlerden de geri dönmeliyiz. Bazen
geri dönmeliyiz Vladimir. Çünkü vicdan diye bir şey yoktur. Yüzüne
baktıkça içine giresim, siyah gözbebeklerinin camından bakasım
geliyor..Yine de gideceğim. İşte bu seninle, benim aramızdaki uzaklığımızdır. Bana gücenme. Konuşmak için ne kadar geç
kaldığımızı görüyorsun değil mi? Değil mi Vladimir? Şimdi senin
gitmemi istemediğin sahici bir yolculuğa adim atacakken, sana şunu söylemek
istiyorum: Mavi gömlekli adamı
bul. Ona de ki: Söylemediği hiçbir sözü unutmadım. Bütün sözler
aklımda. Ve ona şunu da de:.... Yok, yok! Bir şey deme, bir şey deme
Vladimir.... Kapıcı
son bir kere daha karşıma çıksın, evet. Başında iyice solmuş
kahverengi sekiz köşeli kasketiyle, küçük çocuğunu kucağına yerleştirmiş,
apartman önündeki o taşa oturuyor olsun. Bu
görüntü, kimseye söz vermediğim başka bir öykünün manzarası
olsun. Baba-oğul, gelip geçenlere baksınlar. Bana da baksınlar..
Çocuk avucundaki gofretle çenesini ellerini çikolataya batırmış
olabilir. Ben de o çocuğu çok seviyor olabilirim. Ama sevgim çocuğu
ve beni kurtaracak bir düzen değil. Yol değil, imkan değil... Gün bitti. Yol bitti. Ay battı çoktan. “aşk bitti çoktan” diye
mırıldanarak devamını getiriyor Vedat Sakman. Neden taksiye binmeyip yürüdüğümü
bilmiyorum. Erkin Koray durmadan yaşlanmaya devam ediyor. Adalet Ağa oğlu
“Ruh Üşümesi” ni yazdı
ve neydi o, neydi o? “Bu kaçıncı sonbahar, kimsenin kimseyi ısıtmadığı üstelik yatılıyor, hep yatılıyor” Erkin
Koray durmadan yaşlanmaya devam ediyor. Yeniden soyundurman için epeyce
giyindirmen gerekecek. Öteki düşleri
görebilmemiz için daha derin uykulara ihtiyacımız vardı. Sen de
rastladın mı, rüzgar müzikhollerden yayılan aşk şarkılarını parçalayıp
göğe savururdu. Ben yakalayabildiğimi ağaçların üstüne koydum.
İşte palmiyelerin en tepesinden dışarıya doğru taşan yapraklar
benimkiler. Belki de... bana.... öyle geliyor... İki de bir öyküme aykırı
mızıka sesleri çıkaran o kadının da yaşamadığına inanmıştım.Yaşıyormuş.
Şimdi hani? Diyenlere İşte!
İşte diyeceğim. İşte palmiyelerin en yüksek yerinde. Bazı kişilerin
öykülerine aykırı mızıka sesleri katıyor. Kelimeleri değiştiriyor,
atıyor, cümleleri tasarlanmış amaçlarından dışarı çıkarıyor.
İşte, bunlar onun bozduğu öyküler, şiirler, romanlardır. Şunlar
ise ona rastlamayan öyküler, şiirler, romanlardır. Bazıları rastladılar
ama sözlerinden dönecek kadar donanmış değillerdi. Yokmuş gibi
davrandılar.. Ama var!.. Var,var!.. Hani? Hani? Hani? İşte!..işte!.. işte! Erkin
Koray durmadan gitar çalmaya devam ediyor. Saçlarımı uçuşturup,
kulaklarımı yalayan bu sese karşı durmak için hiçbir sebebim yok.
Daha önce de yoktu, ama ben hiç fark etmemişim.ona eşlik ederken yürüyeceğim
yollar kısalıyor sanki: Saçın yüzüne değse, telini kıskanırım/ birine söz söylesen,
dilini...... Gözüme
bir çisil düştü. Sokakları sel bastı. Saklanmıyor, giyinmiyor, konuşmuyor,
ağlamıyordum. Bir kedi kadar sessiz yürüyordu(m). Uzak sayılmam.
Yaralayan sözler gibi Zor yıllar... Ne anlatmaya çalıştığım
değil ne anlamak istediğin önemli.. “bir yalnız bir yalnız
daha iki yalnız eder..” işte hepsi bu diye mırıldandı (m).. Bir kedi kadar sessiz yürüyordu(m). |